Annemin kapı önüne çıkıp, elleri belinde “Akşam oldu, hadi eve” diye bağırarak eve çağırmasına pek gerek kalmaz bu mevsim geçişinde. Hava biraz daha erken kararıp ağaç tepelerinde, çalı içlerinde oynamaktan çizilen terli ve nemli suratımı yakan ayaz, beni zaten eve yönlendirir.
Gerçi bu kutsal anne çağrısı hava karardığı için yapılırdı ama sokakların tozunu yutan biz çocuklar, eğitim alanı olan sokaklardan büyüklerimiz kadar çok korkmazdık. Biz sokakların yaka süsüydük, bağrında bizi sosyalleştirip eğiten annelerimizdi o taşlı, tozlu yollar.
* * *
80’li yılların çocuklarında önde giden, oturaklı bir özgüven vardır ve bunu da bizi bağrında; çocuk olmanın eşitliği ile hiyerarşiyi tatmadan soğutan sokaklara ve bize sunduğu özgürlüğümüze borçluyuz.
Dikta rejimini sindirmiş büyüklerin, bu rejim disiplini ile yetiştirdiği son canlı tanıklarız biz.
Ayrıca benim tabirim ile “Teknolojiye bir kala” dediğim, siyah beyaz televizyonu, pilli radyoyu, uzun saplı manuel el gırgırını kullanıp, alt yapısını yaşamadan da her türlü teknolojik yeniliğin içine düşenleriz.
Bizim yaş grubunun bitmeyen sorgulama sebeplerinden birisi de emeği, iş gücü ve geliri dönemimiz insanına ürettirilip, sunulmadan dayatılan, nereden geldiği belirsiz yeni yaşam, yeni dünyadır.
Bizler de teknolojinin bile azı ile yetindirilen, yetinmeyi öğretilen son dönem insanları olarak, 70 ve 80’li yılları sokaklarına çocukluklarımızı armağan ettik. Yaka süsleri olarak sokakları süsleyerek ödüllendirdik ve o da bizlere göğüs olma resmiyetini ‘’70 ve 80’li yılların çocukları” diye anılarak kazandı.
Tozlu ve taşlı yollar ile çocuklar arsındaki o çok konuşulan konu bu kadarcıktır aslında, bilimsel açıklamalara da pek gerek yoktur. Yani, sokaklar ve çocuklar birbirini süsleyerek tamamlar, ortaya cıvıl cıvıl şatafatlı bir güzellik çıkar.
* * *
Havalar serinledi mi, akşam saatlerinde annemin o kutsal çağrısına uyasım gelir ve koşarak eve seyirtirim.
Bitmeyen, bitemeyen oyunlar sokak kapılarından bahçeye koşarak girmeme neden olur ve aynı hızla çeşmenin başına koşarım.
Sabah çıkılan evden akşama kadar gerine gerine özgürlüğün tadını çıkardığımızın delildir, hiçbir yerimizin toz ve kirden görünmemesi.
Sadece kıvılcım gibi parlayan bir çift göz görünür grimsi, tozlu ve kirli suratımda.
Aklımda oyun artıkları ile hızla daldığım, dudaklarımın kenarında mırıldandığım oyun tekerlemeleri ile çeşme başında göstermelik temizlik işim başlar…
Önce yüz üç kez sabunlanarak yıkanacak, kollar dirseklere kadar sabunla ovulacak, dizler sabunlanıp elimizle ayaklarımıza kadar ovulacak. Ama çeşme başındaki zeytinyağlı ev sabunu çok büyük olduğundan, hep ellerimden kayıp, düşüyor, tutamıyorum. Kullandığımı sansınlar diye sabunu sadece ıslatıp yerine koyardım hep.
Benimle birlikte çocuk olan Azize ablam da, gene çocukluğun şanına yakıştığından sabunu ıslatıp, yerine koyduğumu herkes duysun diye, salonun ortasında bağırarak söyler. Ardından kirini yıkamaya çalıştığım alacalı suratım, tozdan bozarmış, yanık sarı kabarık saçlarımla salona ben girerim.
Salona girer girmez o gün ki ev temizliğini yapan ablamın üzerime hışımla yürümesinden de anlardım yüzümdeki kirin, suratımı öylesine yıkadığım su ile çamurdan Ebru deseni oluşturduğunu.
Yakalanırsam gururla dayağımı yerdim ya da aynı hızla odadan ardıma bakmadan kaçmam bir olur ve arkamdan gelen annemi fark ederdim. Annem çeşme başında gene derimi yüzer gibi her yerimi sabunlayacak!
* * *
Bu mevsim geçişi kış mevsiminin doğum sancısı, habercisidir, soğuğun atası ayaz, soğuk havadan daha keskindir. Soğuğun atası ayaz, “yerime kışı gönderiyorum” dercesine temas ettiği teni yalar, yakar ve yerinde bir yanma bırakarak gider.
Bu yüzden güz zamanında çeşme başında geçen temizlik ritüeli azıcık yakıcı olur.
Bütün gün ağaç başında, duvar üstünde, kavga ederken düşünce diz ve dirseklerimde açılan yaraların çoğunu, çeşme başında yarama su deyince fark ettim.
O caanım çocuk yaralarımın sıradan bir şey olmadığını Güz Ayazı sayesinde, masum sandığımız suyun soğuğuyla öğrendim. Hatta öğrendim ki, gördüğüm her duruluk, masumiyet değilmiş. O duruluk yeri geldiğinde gizli yaralarımızı bile acıtıveren bir zehre dönermiş.
Çocukluk yaralarını açan darbe yavaş, paresi küçüktür, Güz Ayazı’ndaki su olmasa yaralarımı fark etmezdim. Küçük darbelerden oluşan taze ette ki bu yaraların kabuğu ince bağlar, kağıt gibi soyuluverir bu mühürler. Ama gene de canımı yakmadılar ayaz yaladı, yaktı ve geçti, el yarası misali.
Kabuk bağlayan her bir yaramın izini, çocukluğumu yaşadığımın bir ispatı ve madalyası olarak taşırım. Gözüm yara izlerine iliştikçe o kız çocuğu ile birlikte gülümseyerek “iyi ki olmuş” derim.
Vücudunuzda çocukluktan kalan ne kadar yara iziniz varsa o kadar çok çocuktunuz ve hala o kadar çok özgürsünüz! Bir bakıma insan ruhunun hammaddesi çocukluğunuzla yoğrulur.
* * *
Şimdilerdeki “dil yarası” dediğimiz yaraların acısına bakınca, kuru ayaz yanmalarını arar oldum, kıymetini bildim. Şimdi ki yaralar da zamane yaraları, pek bir derin ve pek büyük oluyor. Üstelik yakıp, yalayıp geçmiyor.
Ama bir fark ile…
Çeşme başında aklında oyun artıkları, dudağının kenarında oyun tekerlemeleri ile mırıldanan, kirli suratlı, cılız küçük bir kız çocuğu hala yaşamakta!
En son görevini iyi yapmamanın bilinci ile dayağını gururla yiyip çıkmıştı salon kapısından, amaa…
Aklımda dil yaraları, dudak ucunda anılarımı mırıldanarak, gene sizlerle birlikteyim.
SEVGİYLE KALIN DOSTLAR…
Kaynak: Beklenen Gazete…
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.