Aydın
25 Kasım, 2024, Pazartesi
  • DOLAR
    33.58
  • EURO
    36.76
  • ALTIN
    2577.6
  • BIST
    9881.23
  • BTC
    56398.2$

Güdüşlü renkleri…

Güdüşlü renkleri…
Eski kanaviçe nakışlarında renkler genelde Mor, Pembe, Kırmızı ve tonlarıdır. Bunlar beyaz kumaş üzerinde vurucu olan renklerdir...

Tevatür, kutsal kitap bilgilerini bile papirüs ve ceylan derisi gibi kıymetli materyallerin üzerine yazılma zamanına kadar, bilgileri insandan insana anlatarak aktarılan, bana göre ilk resmi iletişim şeklidir.

Size komik ya da saçma gelebilir ama benim için son derece mantıklı, tevatür bir iletişim şekli olarak kullanılıp, kanıtlarına itimat edilmiş.

Büyük dini kitapların özelliklerinden birisi olduğu gerçeğine göre, resmi bir iletişim şekli olduğu iddiam da resmi sayılmalı:) tabii ki gerçek yaşanmışlıklar için resmi bir iletişim şekli.

Gelişen teknoloji sebebi ile ilk ilkel iletişim şekli olan Tevatür’ün ihtiyaç duyulduğu ve iştahla kullanıldığı tek yer, artık günümüzün bol fantezili, dallı budaklı dedikodu sektörü.

Halamın bizi ziyarete geldiği bir kış günü, halam gene eskileri tevatür ederken göz göze gelip, bitti sandığı bir hikâyenin devam ettiğini fark ettik. Fark ettiğimiz o an ve o an da fark edilenler de yeni tevatür edilesi bilgilerdi.

* * *

Bir kış günü sıcak sobanın yanına konan, goblen etekli tahta divanımızın üzerinde, halamın dizinin dibine sıralandığımız bir zaman…

Büyüklerin sohbetlerinin bitip, yatma hazırlıklarının başladığı ve yatana kadar geçen süre arasındaki mesafe, en derin fısıltıların yapıldığı zaman dilimidir.

Herkes yatacağı yere çekilmeye başlar, evin içinde minik gruplar oluşur, yatak serme faslı yavaşladıkça yavaşlar, fısıltılar derinleşir.

Bu ayaküstü yapılan son fısıltılar en mahrem, en gizli, en önemli konular ve en keskin dedikodulardır. Hatta bir elimde yastık, omzumda yorgan fısıltılı derinliklerdeyken, birisi aniden konuşulan konu ile ilgili bir ekleme yapar ki… bu yüzden hem dedikodu yaparken yakalandığım için hem de ani sesten sıçramışlığım çoktur.

Böyle bir vakitte konu gene eskilere gidince halam hikayesini anlatmaya başladı. Her anlatışında daha yeni kapıldığı ilk aşk heyecanı ile anlatırdı, o 17 yaşındaki esmer güzeli oluverir, biz de ilk kez dinliyor  gibi halamın anlatacaklarına dikkat kesilirdik.

* * *

“Koçarlı köprüsünü babam kesmiştir Menderes’i ova boyundan geçelim, babama yakalanmayalım dedik. Ben attan indim o atın üstüne bindi. Menderes’in karşısına önce eşyaları geçirebilirse beni de geçirecek. Yarım kalan kanaviçemi de yanıma almışım, gelin olamadan önce gittiğim yerlerde bitiricem sanmışım. Bohçayı yukarı kaldırınca üç tane kaneviçe yumağım yere düştü, aldım, avucumda atın üstüne, ona uzattım. Parmak uçları avuç içimden, parmak uçlarıma kadar değdi, bütün günahım bu” dedi.

Benim için çok derin bir ayrıntı orada sırıtıverdi ve “Hala düşen yumaklar ne renkti?” diye soruverdim. Halam yüzüme öyle bakakaldı ve ne diyeceğimi bilemedim. Yere bakıp düşündükten sonra üzgün üzgün “keşke aklıma yazsaymışım” dedi ve o kalın bir çizgi gibi kalan gözlerinin seyrek kirpikleri ıslanıverdi.

Demek ki geçmiş diye bir şey yok! Zamanında yaşananlar, zamanı geldiğinde yaşanacak olanlar ve bu iki dönemi bağlaç olarak birbirine tutturan, yaşanmakta olan “an” da, şimdiki zaman olarak devam ediyor. “Geçmiş zamanda” diye anlatılan bu sevda da bilinmeyen üç yumak rengi eksikliği ile devam etmekteymiş, fark edilme zamanı da o “an”mış.

Yaşamda mucize diye de bir şey yok, yaşam da olanlar, olmayanlar, olması ve olmaması gerekenler var; yani her şey bir olasılık.

Bitti zannedilip, hikâyeye dönüşen bir konunun, bir soru ile halamın ıslak gözleri ve hızla çarpan kalbi ile tekrar ete kemiğe bürünmesi gibi.

Sonraları birkaç kez göz göze geldiğimizde halamın o akşam ki düşünceli bakışlarını yakaladım. Anlaşılan o hikâyesine kaldığı yerden devam edip, düşen üç yumağın rengini hatırlamaya çalışıyordu.

Zaten ben o günü hiç unutmadım. O iki gencin bir an bile olsa bir bütün olmasına vesile olan, iki avucun arasında bir sır gibi gizlenmiş, üç yumak rengini hala merak ediyorum.

* * *

Eski kanaviçe nakışlarında renkler genelde Mor, Pembe, Kırmızı ve tonlarıdır. Bunlar beyaz kumaş üzerinde vurucu olan renklerdir.

İki ayrı elden oluşan bir avucun içine gizlenip sır olan renkler, sıradan renkler değildir deyip, aklıma geldikçe düşünme şartıyla konuyu kendi kendime kapattım. Sıradan renkler olamaz, çünkü ben halamda normal olan pek bir şey görmedim.

O kıymetli paslanmaz tabakları bir yerlere verilir de karışarak kaybolur diye tabakların, tepsilerin, sinilerin altlarına oğlunun adının baş harfi olan T hafini, mavi renkte yağlı boya ile yazmıştı. Paslanmaz kaşıklarının sapında bile aynı boyadan çizikler vardı.

Köyde düğüne rastladık mı, bizi kargıdan dokuma büyük kaşık selesinin başına oturtur, çatal kaşık sayısını verir, yüzlerce kaşık çatal içinden mavi işaretli olanları bize ayırtırdı. Bize ne eziyettiii! Amaa akşam halam bize Yuvarlama ve Keşkek ısıtacak! Şansımız varsa sarma da kalmıştır.

O kadar düşünmüş olmalıyım ki bir sabah Kadriye halamın evinde olduğum hissi ile uyandım.

İri güllü, Turuncu rengindeki perdelerinin odayı Turuncu ışığa boyadığı, eşyaların bile bu ışıktan Turuncu renginde göründüğü, yüzüme vuran Turuncu ışık ile sıcak bazlama kokan bir sabaha uyandım. Ne olduğunu anlayamadığımdan gözlerimi yavaşça açtım ve kendi Turuncu renkli evimde olduğumu fark ettim; ve renk yavaşça dağıldı.

Tek eksik halamın sobanın üzerine koyduğu demir maşa üzerine ısıtmak için sıraladığı bazlamalar ve kokuları idi.

Bilinçaltım bana bu bilgiyi gönderdiğine göre, o üç renkten birisi Turuncu olmalıydı.

Yaşadığım bu olay beni konuya geri döndürdü… o zaman!
 

Diğer ikinci renk ise en küçük çocuğu olduğu için, kıymetlisi Tacettin isminin baş harfini her yere yazdığı Mavi olmalıydı. Aşçılıkla ilgili her şey Mavi yağlıboya ile işaretliydi.

Üçüncü renk de genetik yatkınlıktan ortaya çıktı… evimin bütün odalarını en koyu tonundan boyadığım, giysilerimde de en çok tercih ettiğim renk olan Nefti Yeşil di.

O dönemlerde evlerin dış cephe renklerinde hiç alışık olunmayan, dağın bittiği yerde başlayan, geniş bir alandan rahatça görünen evinin renginin hep Nefti Yeşil olduğunu hatırladım.

Fakir hali ile o evi rengi solmadan, boyatırdı. Bulunduğu geniş alandan bakıldığında, dağdan sel gibi akıp gelen puslu zeytin ağaçlarının bittiği yerde, zeytin yeşilinin koyu tonunda boyalı, kırmızı kiremitli bu ev zeytin ağaçlarının önünde öylece beklerdi.

* * *

Turuncu, Nefti Yeşil, Mavi coşkusunda bir yaşamı olmayan halam, bu coşkulu renkleri 17’sinde  Yaneç’ine (nakışına) işlemiş olmalıydı.

Ben halamın derin koyuluklarda olan renklerdeki zamanına rast geldim ve onu herkes gibi o renkleri ile sevdim.

Zaten yaşamına bakılırsa 18’inden sonra onun renkli bir yaşamı olmadı. Halam için hayat denilen şey ne siyah olmuştu ne de beyaz, halamın kendisinde gri, eşyalarında Turuncu, Mavi ve Nefti Yeşil takılı kaldı.

Kim olursa olsun bir insanı en kuytusunda, en koyu renklere boyanmış hali ile kabul edip, sevip, ona kendi renginizi bulaştırmak insana en makbul olandır.

Koyu renklere bulanmış, yüzü donuk bir insana, makbul yürekle giderseniz, halam da olduğu gibi o donuk yüzdeki derin ve kalın kırışıklıklar çiçek dallarına, gülümsemesi ve gülen gözlerini de kuru dallarda açmış çiçeklere döndürürsünüz; o çiçeklerin renkleri de sizin ona bulaştırdığınız kendi renginiz olacaktır.

Ben iki ayrı tek elin, kapalı bir avuç oluşturup, bu avucun içinde neredeyse bir asırdır unutulan yumakların renklerini, Kadriye Halamın yaşamının içinden bulup çıkardım…

Benim için o renkler Mavi, Turuncu ve Nefti Yeşil; ben aldım kabul ettim.

Umarım siz de kabul eder ve bu hikâyenin birer kahramanı olursunuz.

Sevgiyle kalın dostlar…

Videolar için YouTube kanalımıza abone olmayı unutmayın!

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Başka haber bulunmuyor!