0.542. 537 86 70

Ak Ova’ya gün doğdu.. (4)

Yörük kızlarının Krep yazmalarının renkleri karmakarışık olur. Krep yazmasının rengi Pembe ise gülü Mor’dur; örtü Yeşil ise gülü Kırmızı gibi zıt renkler olur. Krep örtülerdeki bu renk uyumsuzluğunun ahengi, Yörük kadınının dağ ya da ovada yokluktan sadece elinde kalan renkli nakış ipleri ile yetinmek zorunda olduğundandır. Doğanın ve şartların ona örnek verdiği, gösterdiği renk ve görüntü zıtlığın mecburi güzelliğidir.

2021-02-09

Irazca’mın yanından ayrılıp, Aydın’a dönmek istemiyorum.

Ben gidersem Irazca burada tek başına ne yapacak? tek derdim bu.

Annem beni hem merak edip hem de belki geri getiririm ümidi ile Turanlar merasına çıkıp gelmiş. O yıl da ortanca amcam kara çadırını halamın birkaç tarla ötesine kurmuş, ama biz dört çocuğun çardağın etrafından uzaklaşmamız yasak, bu yüzden daha amcamı görmedim. Zaten insan boyunda çoban köpeklerinden korktuğumuz için çardağın etrafından uzaklaşamıyoruz.

Halam birimizi göremezse Terziler kadınlarına has yüksek volümlü sesi ile adımızla bas bas bağırırdı. Ailede en güçlü ve kalın sesli kadın zaten Müyesser halamdı... bu sesi duymamak mümkün değildi!

Annemin beni eve dönmem için ikna edemediğini hatırlıyorum. Gidemem! Gidersem hem Irazca yanlız kalacak hem de işlerinde yardım eden olmayacak; gidemem!

* * *

Çiçek sevdamı ve dokunarak koklarsam bazı çiçeklerin yapraklarının, çiçeklerinden daha güzel koktuğunu babamda; mor ile sarının beyaz tende menevişlendiğini annemde fark ettim.

Fark etmekte değil, nakış olup genime işlenmiş olmalı ki bende de kokusu olan yapraklara ve mor çiçeklere bir sevda olarak gösterdi kendini.

O yapraklar ve mor çiçekler, mor jorjet takım giydiğinde beyaz teni menevişlenen annem kokar...

Yanıma gelen Mor Menekşe kokan anneme sarılıp, bir gece yatmak beni biraz daha ova da tutardı, biliyordum.

* * *

Tahta sandalyenin sırtı kara çadıra dönük. Sol kolunu sandalyenin sırtından aşağıya sallayıp, yan oturmuş amcam; hep böyle oturur zaten, evet o Hüsamettin amcam.

Sol yanına kaykılıp, sağ bacağına geniş bir açı aldırarak, bacak bacak üstüne atmış. Küçük halkası ile yeleğinin iliğine takılı köstekli saatinin zinciri göbeksiz, kalın belinin üzerinden sandalyenin sırtına ha değdi ha değecek.

Yan çizgi modelli körüklü çizmesinin bittiği yerde, İngiliz Kilodu modelli pantolonunun paça düğmeleri görünmeye başlar. Diz hizasında biten düğmelerden sonra İngiliz Kilodu’nun geniş bölümü belde biter.

“Bacağını çengellemiş” yani bacak bacak üstüne atmış, sağ eli dizinin üzerinde, dirseği havada dururken sanki her an kalkacakmış gibi bir havada. Büyük elinin, kalın parmakları arasında Birinci Sigarası ve ona zenginliği yaşatabilecek tek şey olan sekiz köşe kasketi başında.

Amcamın zenginliği sadece kasketinin köşe sayısının fazlalığı olarak kaldı.

Hüsamettin Amcam bu kıyafetlerden başkasını benimseyemediği için, sekiz köşe kasketi başından zor attı. Bu kıyafetler ile de altı köşe fakir kasketi giyilmezdi.

Arkasına havada kıpırdayan sarı denizi de almış, yere serili hasır üzerinde oturan yengeme iri sesi ile laf yetiştiriyor. Yengemin katmer güllü iğne oyalı kreplerinin bol güllü bağlama uçları, hep başının sağından sallanırdı. Yörük kızlarının Krep yazmalarının renkleri karmakarışık olur, Krep yazmasının rengi Pembe ise gülü Mor’dur; örtü Yeşil ise gülü Kırmızı gibi zıt renkler olur.

Krep örtülerdeki bu renk uyumsuzluğunun ahengi, Yörük kadınının dağ ya da ova da yokluktan sadece elinde kalan renkli nakış ipleri ile yetinmek zorunda olduğundandır. Doğanın ve şartların ona örnek verdiği, gösterdiği renk ve görüntü zıtlığın mecburi güzelliğidir.

Doğanın sahnesindeki fonda gecenin siyahında ya da ayın on dördünün şavkında; bazen kızıl gün doğumundaki Alizarin kırmızısında; gün ışığının dayanılmaz sarı opak tonundaki pusunda ya da gündüzü beyaz parlaklığında çiçeğin, böceğin, taşın, toprağın, çalının birbiri ile her ışıktaki tutarsızlığını iğne oyalı Krep Yazmalarına dökmüştür Yörük kadınları.

Karakterindeki hürriyetini asla kaybetmeyen ve bir başkasına teslim etmeyen biz Yörük kadınları, bu renkleri hala benliğinde, çeyiz sandığında, hürriyet sevdasında ve cesurluğunda taşırız.

Yörük kızlarının çeyiz sandıklarını açtığınızda gecenin Siyah rengi, Ay’ın on dördünün şavkı, gün doğumunun Alizarin Kırmızısı; gün ışığının puslu sarısı yüzünüze vurur.

Şansınız varsa sandığın dibine konmuş bir dal kekiğin kokusunu da duyarsınız.

Bizi görünce anneme gülen bir yüz ile “gelin hoş geldiiin” diyerek ayağa kalkan amcam “gadeşlemin guzuları gelmiiiş” diyerek kollarını açtı ve o iri adam büyük kanatlı devasa bir sevgi kuşuna dönüştü.

Hüsamettin amcamın bizleri görünce karşılama sözü “kardeşlerimin kuzuları” idi. Bizi seviyordu, bizi severken kardeşlerini de sevdiğini unutmuyordu. Yani bize gösterdiği sevgi, kardeş sevgisinden artanlar değildi. Biz “kardeş kuzuları” olduğumuz için onda sevgi payımız ayrıydı.

Sevginin ne kadar çok olabileceğini değil ama ne kadar derin olabileceğini amcalarım ve halalarımdan öğrendim ben.

* * *

Güne bakmaya çalışırken yakaladık Ayçiçeklerini. Diplerine kadar gittiğimizde hepsinin başını yere eğip bize baktıklarını gördük. Oysa güneş tepedeydi, onlar gökyüzündeki güneşe değil, yeryüzünde gün doğumunu yakalayıp, yüzlerine güneş sıçrayan çocuklara bakmayı tercih etmişlerdi.

Sanırım onlar da bana benziyorlardı, rakamlardan ibaret olmayan zaman ve vakit kavramını önemsemeyip, güzel olanı görmeyi çabalamaktan yanaydılar. Güne bakmıyorlardı, bize bakıyorlardı.

Ayçiçeklerinin bize bakmak için eğilmediğini, güneş tepedeyken ve batarken başlarını yere eğdiğini ve her şeyi bilmenin kırıcı olabileceğini büyüyünce öğrendim.

Olsun! Biz büyüsek de güneşi yüzümüze sıçratan çocuklarız; kaç kişi güneşin topraktan doğduğunu ve doğarken ki renklerinin şehvetini gördü?

Bir de bu şansı kendi doğuran cesur çocuklarız biz.

Irazca ile büyük bir Ayçiçeği seçtik belini tutup, bütün gücümüzle dört koldan, geri çekilerek yere eğerek Ayçiçeği’ni gökyüzünden indirip, ellerimizin arasına aldık.

Her biri elimizin yarısı büyüklüğündeki onlarca sarı, ipeksi, kıpırtılı taç yaprakları vardı. Koca çiçeğin ipeksi, sarı yumuşak saçlarını yüzüme sürdüğümü hatırlıyorum; ve bu gün bile bir bebeği yanağımı yanağına dayayarak seversem hissedebileceğimi Ayçiçeği’nin sarı saçlarında tecrübe ettim...

Büyük çaba ve eziyet sonucu gökyüzünden kopardığımız Ayçiçeği, ikimizin kucağına anca sığdı.

Dört çocuk Ayçiçeğin çekirdeklerini tek tek yuvalarından çıkarıp yiyerek oyunumuza katık ettik.

Ayçiçeğinde olan her şey, gökteki Ay’ın ders kitaplarında gördüğümüz şekliyle aynıydı.

Ay’ın yüzeyi karanlıktı, güneşten aldığı ödünç ışıkla aydınlatıyordu etrafını.

Rengini güneşten aldığı sarı taç yaprakları olmasa, kucağımızdaki Ayçiçeği de karanlık ve yavan bir şeydi.

Amcamın gülen yüzü, Ayşe Yengemin gül oyalı Krep yazması, Müyesser halamın koyu ses tonu, ayaklarımızda Kadriye Halamın hasır izleri, Mor Jorjet etekli annem ve biz çocuklar tabloyu tamamladık. En önemlisi iki yanak boşluğumuzu yengemin verdiği kakaolu cam şekerler ile şişirerek, Ayçiçeği yeme telaşına daldık.

Kucaklarına Ay, tepesine Güneş kondurmuş dört çocuk, Ayçiçeğinin yavan tadını şişmiş yanaklarımızdaki şekerlerle örttük.

Bu da tatlı, tuzlu, ekşi, acı olabilecek her şeyin bir orta yolda buluşabileceğinin ve bu zor mücadelelerden çıkan yaman çelişkinin, lezzetli bir başka versiyonuydu.

* * *

Ertesi gün beni Aydın’a dönmeye ikna edemeyen annemden sonra babam almaya geldi.

Durum ciddiydi, babam gelmiş ve bu gerçekten gitme zamanımın geldiği anlamına geliyordu.

Ak Ova’da Topraktan doğan güneşin doğum sancıları, güneşin yüzümüze sıçrayan ışıkları, Ak Ova’nın kucağımıza doğru sarıya dönüşen görüntüsünün içine; keçi kokulu peyniri, gök sütü, fakir amcamın zenginlik hevesi olan sekiz köşe kasketini, yüzümüze bakan Ayçiçeklerini kattım... Ve bunlarla birlikte yanağımı şişirdiğim iki cam şekeri de sırtıma alıp, Irazca’mı geride bırakıp yola çıktık...

Hepsini de okuduğunuz üzere hala eksiksiz, sevgi ve özlemle sırtımda taşırım.

Sevgiyle kalın dostlar...

www.beklenengazete.com

Sepetim