0.542. 537 86 70

Ak Ova’ya gün doğdu…

Kimyamız dolayısı ile oluşan hislerimizi doğru yorumlarsak, neticede etrafımıza Akçakırağı gibi tutunup, sevgi bereketi oluruz. Ya da şımarıp, doğamızın seyir defterinin dışına çıkar, sadece yürekleri donduran buz kesiliriz. Seçim bizim; doğadaki herhangi bir canlıdan farkımız olmadığını unutmayın ve bereket olun.

2021-01-12

Büyük Menderes Nehri’nin ağır ve haşmetli akan çamur rengindeki suyu ne berraklaşıp su olduğunu ne de batağını belli eder. Batağının ürettiği sivrisinekler, mera da otlayan hayvanların bile kanını emer.

Gün batmaya başladı mı Büyük Menderes sivrisineklerini üzerimize salıverir. Sinek bulutları havada devasa siyah tül parçaları gibi dalgalanarak ahenkle oraya buraya uçuşur.

Oğul oğul uçuşan Menderes Nehrinin siyah tülleri bütün Germencik Ovası’nın üzerine çöker.
Batarken ovanın göğsünü yaran güneş de gökyüzünü kan kızılına boğar.

Güneşin ateş turuncusunun arasından akan kan kokusunu alıp, kızıl kandan nasibini almaya gelir azgın bataklık sinekleri. Kızıl gökyüzünde siyah tüller uçuşuyor.

Güneşin turuncu ateşinin aralarından akan kızıllara, oğul oğul kan ortaklığına gelen devasa siyah tüllerle dolu.
Gökyüzü akşam telaşıyla kendi derdine düşmüş

* * *

Bazı akşamlar traktör aküsü ile çalıştırılan, 35 ekran turuncu televizyondan izlediğimiz Dallas dizisi bitene kadar tepemizden battaniyeleri aşırıp, açıktaki yerlerimizle sivrisineklere yem oluruz.

Dört çocuk sinek kovalamak için oramıza, buramıza vurarak, arada bir kendini hızlı vuranın şaplak sesini fark edip kıkırdayrak, sazdan örme hasırın üzerinde dizi filmimizi izleriz.

Çiğ’in ilk akşamdan yağmaya başladığını önce oturduğumuz saz hasırın nem kokusundan ve nemden yumuşayan dokusundan anladım.

Ardın sıra gelen Turanlar Köyü merasının kuru ot ve nemli yağlı çamur kokusu üzerimize çöktü.
Kuru otun hasırdaki halam kokan yanı ile doğada ki yere altın halı gibi serili yanı, benliğimde öne geçme telaşında.

Büyük koyunların boynundaki kalın, tok çan sesleri yok denecek kadar azaldı. Koyunlar ve yoldaşları Yakup abim çok uzaklaşmış olmalı. Koyunları yönlendirdiği melodili ıslık sesi bile zor duyuluyor.

* * *

Kadriye Halam’ın bütün gençliğini saz hasır örerek geçirdiği, sırtındaki kamburun hasır dokumaktan olduğunu öğrendiğim günden bu yana, bütün hasırlar bana Kadriye Halam kokar.

Üzerine oturduğum kuru sazdan hasırın ayaklarımda çıkardığı örgü izleri de hep halamın izleridir.

* * *
Çamurla sıvalı kargıdan duvar ve tavan ile derme çatma yapılmış çoban damının içinde, tahta divanların üzerindeki yer yatakları yatılacak tek yerdi.

Menderes Nehrinin toplanıp, bir olup, siyah tüller gibi uçuşan sivrisineklerinden kurtulmanın tek yolu da yatakların üzerindeki cibinlikler.

Ayaklarımızda halamın izleri, en ucuzundan naylon terlikler ile nemli çamur zeminde terlik izlerimizi bırakarak, önce geri geri gidip hızla koşmaya başlarız.

Ardımızdan terlikleri fırlatıp, havada taklalar attırılarak cibinlikli yatağımızın içine atlanır, içeridekiler de cibinliği hemen kapatır.
Doğanın kokusu, ovanın gece sesleri ve uzaktan Menderes Nehri’nin derinden gelen uğultusu ile dört çocuğun yorgun gözleri yumulur.

Genetik olan yüksek ve gür sesimiz ile kimliklenmiş kadınlarız biz; Terziler kadınlarının sesi çok çıkar…

Çığlığa benzer nidası ile kalın sesli Müyesser Halam, kendisine göre normal bir şekilde “Kalkııın, Yakup abinize çıkın gitceek” dediği an, dördümüz de fırlayıp, telaştan cibinliğe dolanırdık.

* * *

Mevsim belirsiz; hangi mevsim olduğunu Akçakırağı’nın bile şahitlik yapmasına izin vermeyeceğim kadar her şey çok güzel.
Sarı Ova’ya inceden bir kar yağmış…

Sıkça serpiştirilmiş Kovalık dediğimiz iğneli, büyük çalı toplarının dipleri bile beyaz. Kovalık dikenlerinin sıklığı bile engelleyemezdi Sarı Ova’nın altın renkli parıldamalarına.

Yürüdükçe Sarı Ova genişliyor.

Saman sarısında altın ışıltılı parlayan mera, şimdi de apak olmuş, gün doğumuyla parıldıyor.

Hava “üşlen garankı” yani gün doğmaya başladı.

Dört çocuk, elimizde basmadan ekmek çıkını, güneşe doğru yürüyoruz.

Ayaklarımız paçalarımıza kadar ıslak ve soğuktan morarmış ama biz güneşe yürüyoruz!

* * *

Güneş ayaklarımıza serili. Bastığımız zeminin uzaklarında asilce ayaklarımıza eğilmiş, sanki doğmak için izin istiyor.

Bir de lütfetmiş, Akçakırağı’ya yollarımıza pırıltılar serptirmiş.

Ne de olsa biz dönemimiz nedeni ile hep güneşe yürüyecek çocuklarız ve hala yürümekteyiz.

Hatırlıyorum:

Durdum ve yatın dedim; ellerimizi çenemizin altına dayayıp, ıslak otların üzerine uzandık…

Burnumun direği nemli kuru ot kokusu ile şenlendi. Toprak ananın dört parmak kalınlığındaki örtüsünün buram buram gelen bereket kokusuydu bu.

Ayaklarımıza serilen güneşin toprak ile ufuk çizgisinin arasından doğarken, yerlere ve göklere serilişinin de şahitlerindenim.

Sancısız, sessizce doğan bir şeye tanıklık ettim. Canlı değildi, cana can vericiydi.

Toprakla bir olmak ne güzel şey…

Toprakla bir olmak, baş eğmeden bütün olmayı ve güneş ile aynı seviyeye gelmenin başarısını ve erdemini getirdi.

Aynı hizadayız, o doğuyor, güneşin topraktan çıktığına şahitlik edebilen yegâne şanslılardanım…

Varlığın ve erkin; güneşin bile; hiçten çeyreğe, çeyrekten yarıma, yarımdan bütüne sabır, sebat ve bazı zaman da acı ile doğduğuna da ilk şahitliğim.

Yattık, gizlice seyrediyoruz, sanki görünsek kaçacak.

Kimliksiz kırağı kokusu, kuru otta gene bambaşka bir anlam kazanmış, efsunlu kokusu ile arada dikkatimi dağıtıyor.

Gördüm, güneşin sancısı bu! Yer ve ufuk çizgisinin arasından, topraktan doğdukça, içinden hızla rengârenk ışıklar fırlatıyor. Çok hızlılar.

Işıkların bir ucu güneşte, öbür ucu uzak derinliklerde. Yukarı, sağa, sola, her yere aynı anda fırlatıyor doğumunun sancılı renklerini.

Bize bile hızla gelenler oldu, yüzümüz güneş renklerine boyandı. Her yere sancılarını sıvadı, her yer renklendi ve karanlık gitti.

Güneş, toprağın içinden göğsünü yırtarcasına, gökyüzünü kızıl kan içinde bırakıp iştahla doğdu…

Akçakırağı geri çekiliyor, beyaz ova şimdi de altın sarısı parıltılarını ayaklarımıza sererek, hızla bize doğru geliyor. Sıra onda…

Sevgiyle kalın dostlar…

Sepetim